Moda Bir Mefhumun Gerçek Anlamı Üzerine
Herhangi bir cismin yönü ile esas alınan yön arasındaki açıya diyoruz kerteriz diye... Bu kavramı kullandığımızda, bir sapmadan veya istikametini doğrultmadıkça hedefini bulamayacak bir cisimden de bahsetmiş oluyoruz. Kerteriz almak, sadece denizcilikte değil, seyir yapılması gereken bütün faaliyetlerde doğru rotada ilerlemek için kullanılabilen bir yöntem. Herhangi bir enstantanede, üzerinde bulunulan nokta veya mevcut pozisyon en az iki diğer noktanın referansıyla belirleniyor. Gerçek bir seyahatten, yer kürede bir hareketten bahsediyorsak bu iki referansın sabit noktalardan, yer yüzünün zamanla kayıp değişmeyecek yerlerinden seçilmesi gerekiyor.
Burada seyreden, bir yerden başka bir yere gitmekte olan şey bizim sektörümüz, sektörlerimiz... Yönünden sapıp sapmadığını bilmeyi isteyen, kendince hedefler koymuş olan da bunların üyeleri, örgütleri, temsilcileri, liderleri... Rotasını en görülesi yerlerden, keyifli duraklardan geçirmek isteyen bir kişi yüzünü her an hedefine dönük tutmak zorunda değilken, temsil ettiği zümre için en kolay ve risksiz rotanın çizilmesini sağlamakla yükümlü olan bizlerin hedeflerimizi gözden kaçırması elbette mümkün değil. Hele dünya ortalamasının üzerinde büyüme temposuna alışkın, sanayiden evvel edindiği ticaret kültürü ve her türlü rekabete açık piyasaları ile fazlaca dinamik bir ülkede faaliyet gösterirken. Hele geride kalan 5 yılda, son 2 yılın kayıplarına rağmen, gerek sanayinin bütününde gerekse hizmet sektörlerinde rakiplerden hızlı koşmuş bu ülkenin koruyabileceğimiz üstünlükleri hâlâ mevcutken...
Görevimiz şimdilerde, yani endüstriyel faaliyetlerin geleceğini belirleyen ana unsur olan rekabetçiliğin biraz da mugâlata ile yeniden tanımlanmaya çalışıldığı bir dönemde; dümeninde olmadığımız geminin doğru istikamette seyredip seyretmediğini gözlemlemek, kaptanın kerterizi doğru almasına yardımcı olmak. Günümüzün moda mefhumu rekabetçilik ölçek, kalite, kârlılık ve verimlilik gibi temel dinamikleri tek bir çerçevede birleştirmekle kalmıyor, hem yüksek teknoloji yatırımlarında öncü ülkelerin hem de daha düşük teknoloji sınıflarında uzmanlaşmış diğerlerinin yeni küresel mimarideki konumlarını yeniden tarifleyecek bir araç haline geliyor. Sektörlerin nasıl evrileceği ve hangi ülkelerin dönüşüme liderlik edeceğine dair arayışlar, gelişmiş ülkelerin korumacı politikalarında da belirleyici rol oynuyor. Bizim için temel mesele, hangi rekabet unsurlarının artık çalışmadığını ve hangi alanlarda kapasite yenilememiz gerektiğini tespit etmek, küresel değer zincirlerinin yeniden kurulduğu bir dönemde doğru pozisyon almak, edilgen kalmamak.
“Vazgeçilemez olandan vazgeçilebileceği korkusu yersiz”
Türkiye’nin makroekonomik politikalarındaki ani yön değişimleriyle ve her seferinde farklı riskleri beraberinde getiren krizlerle baş edebilen çevik ve fırsatçı bir iş alemine sahip olduğu malum... Kazanımlarımızı korumakta pek mahir olamasak da değişen trendlere karşı hızla pozisyon alıyor, dünyanın paralize olduğu durumlardan beklenmedik ölçüde faydalanabiliyoruz. Yatırım, üretim ve ihracatta pandemide sağladığımız büyük ilerleme ve şimdilerdeki tedrici gerileme, sebep ne olursa olsun, görmeye alıştığımız dalgalı seyrin tipik bir örneği. İnişli çıkışlı bu ilerlemenin dönüştürücü sonuçlarını, bugünlerin gözde tartışması olan orta-yüksek ve yüksek teknolojili ürünlerin ihracatında sağladığımız olumlu neticelerden de görebiliyoruz. Anlamlandırması zor olan, dünya ticaretinin yarısından fazlasının yapıldığı ve yapılmaya devam edeceği orta-düşük ve düşük teknolojili ürünlerin ülkemiz için vazgeçilmezliğini tartışacak kadar, aceleci oluşumuz…
Teknoloji sınıflandırması bir ön kabul ile yapılıyor; ürünlerin maliyeti içindeki Ar-Ge payının yüksekliği ürünün ve ilgili sektörün teknoloji seviyesini de gösteriyor. Üstelik bu sınıflandırma belli dönemlerde yenileniyor da; bir zamanlar taşıt araçları yüksek teknolojili ürün kabul edilirken, şimdilerde sadece otonom sürüş imkanına sahip olanlar yüksek teknolojili sayılıyor. Üreticilerin malî tablolarından süzülen bilgilerle, ilaç, optik, elektronik, havacılık ve uzay sektörlerinin dünya mal ihracatının %18’ini oluşturan ürünleri yüksek teknolojili kabul ediliyor. Bir hizmet dalı olan yazılım da böyle. Makine, elektrik, otomotiv, silah ve bir kısım kimyasal orta-yüksek teknolojili kabul ediliyor ve bunların dünya mal ihracatı içindeki payı %30. Bizde ise bu paylar, yüksek teknoloji için %4, orta-yüksek teknoloji için %38 mertebesinde.
Teknoloji basamak basamak çıkılan bir olgu olduğundan ve ülkeler orta-yüksek teknolojide yetkinleşmedikçe yüksek teknolojili ürünler geliştiremediklerinden, Türkiye’nin aslında doğal bir süreçten geçtiğini, hâlihazırda fazlaca pay aldığı orta-yüksek sınıftan hayli sınırlı kaldığı yüksek sınıfa atlamanın doğum sancılarını çektiğini görmek durumundayız. Bu meşakkatli ve bedelleri yüksek bir süreç ve muhakkak planlı hamleler gerektiriyor. Esasen, 2025’in verileri de mal ihracatımızın %4 arttığı ilk 8 ayda yüksek teknolojili ürünlerin ihracatının %27, orta-yüksek teknolojili ürünlerin ihracatının ise %10 artmış olduğunu söylüyor. Bir başka deyişle artışı bu ürünler sağlıyor, dünya ortalaması üzerinde artabilen toplam ihracatımızı artık bu ürünler sürüklüyor.
“Teknolojinin seyrini hakikaten biliyor muyuz?”
Sanayimizin ikiz dönüşüm yanında, teknolojik dönüşümü de bütün sıkıntılarına rağmen sürdürdüğünü görüyoruz. İçinde kimyanın rafinasyon da dahil büyük bölümü de olan, demir, demir dışı ve çelik, çimento, cam seramik, tekstil ve konfeksiyon ve hatta tarım ve madencilik gibi orta düşük veya düşük teknolojili kabul edilmekle birlikte ülkemizin istihdam, üretim ve ihracatının çok büyük yükünü sırtlayan sektörlerimizin teknoloji geliştirmeye müsait çok sayıda alanları var ve alternatifleri de yok. Üstelik teknik tekstil, kompozitler, mühendislik plastikleri, süper alaşımlar gibi Ar-Ge ihtiyacı yüksek çok sayıda ürün bu sektörlerce arz edilmeden diğer dalları geliştirmenin imkânı da yok. Biz makineciler bu sınıflandırmadan çok, gelecekte hangi sınai mamullerin sınırları geçeceğini, hangilerinin yerelleşip yerlileşerek dünya ticaretindeki paylarının azalacağına daha çok bakıyoruz. Dünyada yapılmış STA’lar içinde çok sayıda makine alt sektörümüzden hangilerinin daha özgür bırakıldıkları, bunu şimdiden bize gösteriyor.
Adrenalinle yaşamaya alışık bünyelerin, sahip oldukları enerjiyi ekstrem koşullarda sınamaya hevesli olması doğal olsa da bunun uzağı düşünme alışkanlığına kavuşamamak gibi bir yan etkisi var. Evet, dalgalı sulara alışkın bir ekonomiyiz, iş dünyamız akıntılara karşı kürek çekmeyi gerçekten iyi biliyor ama teknoloji ve bilgi rekabetine yüz yıl önce girişmiş rakiplerimizi üç beş krizde yakalamayı umuyorsak onların teknolojideki seyrini veya gelişmedeki öyküsünü belli ki bilemiyor, kerterizi doğru alamıyoruz.
Türkiye’de özel sektörün gelecekten bihaber olmadığı; piyasaya ve piyasanın işleyişine dair yapısal sorunlar varlığını sürdürürken ufuktakiler için alınması gereken aksiyonları ertelemek veya zamana yaymak zorunda kaldığı bir gerçek… Aşırı değerlenen yerli para birimi, yüksek faizle artan tüketim ve ithalat baskısı gibi koşulların altında işletmeler çoğu zaman kısa vadeli taktiklerle ayakta kalmaya çalışıyorlar, esnekliğin getirdiği bir çeviklikle süreçleri idame ettirmeyi de genelde başarıyorlar. Fakat teknolojik ilerlemenin firmalar arası rekabetçilik farkında ortaya çıkardığı marj, logaritmik doğası gereği öyle bir boyuta ulaştı ki gündelik hamle veya taktiklerle sürdürülebilirlik sağlamanın neredeyse imkânsız hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu noktada; teknoloji yatırımlarındaki öncülüğü, standartlara uyumdaki hassasiyeti ve küresel dönüşümleri erkenden okuma kabiliyetiyle; kısa vadeli manevraları aşarak oyun kurucu stratejilere odaklanma konusunda rol model olan makine sanayindeki gündemin, tüm sektörler için ilham verici olacağını varsayabiliriz.
“Rekabeti, dualiteyi sezebilenler kazanacak”
Türkiye’nin emek yoğun sektörleri gibi, mühendislik yoğun makine sektörü de bu dönemde belki de en kritik dönemeçlerinden birinde. Pandemi döneminde elde ettiği kazanımların önemlice bir kısmını kaybetmekle karşı karşıya. Son altı çeyrektir %15’e yakın düşen üretimini, aynı dönemde miktar bazında %10’a yakın düşen ihracatını fiyat artışlarıyla karşılamaya çalıştı. Teknoloji sınıfı daha yüksek makinelerin satışını artırarak ve KG başına ortalama ihracat fiyatlarını 6,5 dolardan 8 doların üzerine çıkararak ihracatını 28 milyar doların üzerinde tutmayı başardı. Kapasite kullanım oranları ise bu süreçte %65’in altına kadar geriledi. Hasılı ölçeklerimiz küçülürken rekabetçiliğimiz olumsuz etkilendi.
Diğer yanda ise dijitalleşmenin sunduğu verimlilik imkânları, yeşil dönüşümün açtığı yeni pazarlar, küresel tedarik zincirlerinin yeniden şekillenmesinden doğan yakın coğrafya avantajları ve makineden tesislere dönmemizi hızlandıran mühendislik becerimiz... Yani zorluklarla dolu bir gerçeklik ile geleceği şekillendirecek bir potansiyelin çatışan birlikteliği… Rekabeti bu iki tabloyu birlikte okuyabilen, kısa vadeli engelleri uzun vadeli kazanımlara dönüştürebilenler kazanacaktır.
Türkiye’nin makine sanayiinin, bu dönüşüm çağında edilgen kalmaya mahkûm olmadığı çok açık. Tersine, sahip olduğu birikimle ve yenilikçi yönetim modeliyle, bu dönüşümün öncülerinden biri olma potansiyeline sahip... Bunun yolu, sorunları görmezden gelmeden onları stratejik hedeflere bağlamaktan geçiyor. Yatırımı ertelemeyen, insan kaynağını güçlendiren, dijitalleşmeye cesaretle devam eden ve küresel pazarlarda kalıcı ağlar kuran bir makine sektörünün, yalnızca kendi geleceğini değil, ait olduğu ülkenin tüm üretim yapısını ileriye taşıyacağını tüm dünya kabul ediyor. Uluslararası rekabet sahnesinde kalıcı üstünlük elde etmek ancak bu konuda kararlı davranıldığında geliyor.
Bugün makine imalatına bakarken yalnızca bir sektörü değil, bir ülkenin yarınını da görüyoruz. Her yeni tasarım, her yeni ürün, her yeni ihracat pazarı, Türkiye’nin küresel değer zincirlerindeki yerini yeniden tanımlıyor. Bu nedenle, önümüzdeki dönemi bir kaygı alanı olarak değil; daha yüksek katma değerli, daha yenilikçi ve daha rekabetçi bir üretim modeline geçiş için tarihi bir fırsat olarak görmek en doğru yaklaşım olacaktır. Dünya, Batıya giderek Doğuya varabileceğimiz ya da dümeni Doğuya kırıp Batıya ulaşacağımız bir küre olmaktan nihayet çıkmıştır. Kerterizin alınacağı yer kendi bilgi ve teknolojimizin seviyesi olmalıdır.
Kutlu Karavelioğlu
Makine İhracatçıları Birliği Başkanı
Burada seyreden, bir yerden başka bir yere gitmekte olan şey bizim sektörümüz, sektörlerimiz... Yönünden sapıp sapmadığını bilmeyi isteyen, kendince hedefler koymuş olan da bunların üyeleri, örgütleri, temsilcileri, liderleri... Rotasını en görülesi yerlerden, keyifli duraklardan geçirmek isteyen bir kişi yüzünü her an hedefine dönük tutmak zorunda değilken, temsil ettiği zümre için en kolay ve risksiz rotanın çizilmesini sağlamakla yükümlü olan bizlerin hedeflerimizi gözden kaçırması elbette mümkün değil. Hele dünya ortalamasının üzerinde büyüme temposuna alışkın, sanayiden evvel edindiği ticaret kültürü ve her türlü rekabete açık piyasaları ile fazlaca dinamik bir ülkede faaliyet gösterirken. Hele geride kalan 5 yılda, son 2 yılın kayıplarına rağmen, gerek sanayinin bütününde gerekse hizmet sektörlerinde rakiplerden hızlı koşmuş bu ülkenin koruyabileceğimiz üstünlükleri hâlâ mevcutken...
Görevimiz şimdilerde, yani endüstriyel faaliyetlerin geleceğini belirleyen ana unsur olan rekabetçiliğin biraz da mugâlata ile yeniden tanımlanmaya çalışıldığı bir dönemde; dümeninde olmadığımız geminin doğru istikamette seyredip seyretmediğini gözlemlemek, kaptanın kerterizi doğru almasına yardımcı olmak. Günümüzün moda mefhumu rekabetçilik ölçek, kalite, kârlılık ve verimlilik gibi temel dinamikleri tek bir çerçevede birleştirmekle kalmıyor, hem yüksek teknoloji yatırımlarında öncü ülkelerin hem de daha düşük teknoloji sınıflarında uzmanlaşmış diğerlerinin yeni küresel mimarideki konumlarını yeniden tarifleyecek bir araç haline geliyor. Sektörlerin nasıl evrileceği ve hangi ülkelerin dönüşüme liderlik edeceğine dair arayışlar, gelişmiş ülkelerin korumacı politikalarında da belirleyici rol oynuyor. Bizim için temel mesele, hangi rekabet unsurlarının artık çalışmadığını ve hangi alanlarda kapasite yenilememiz gerektiğini tespit etmek, küresel değer zincirlerinin yeniden kurulduğu bir dönemde doğru pozisyon almak, edilgen kalmamak.
“Vazgeçilemez olandan vazgeçilebileceği korkusu yersiz”
Türkiye’nin makroekonomik politikalarındaki ani yön değişimleriyle ve her seferinde farklı riskleri beraberinde getiren krizlerle baş edebilen çevik ve fırsatçı bir iş alemine sahip olduğu malum... Kazanımlarımızı korumakta pek mahir olamasak da değişen trendlere karşı hızla pozisyon alıyor, dünyanın paralize olduğu durumlardan beklenmedik ölçüde faydalanabiliyoruz. Yatırım, üretim ve ihracatta pandemide sağladığımız büyük ilerleme ve şimdilerdeki tedrici gerileme, sebep ne olursa olsun, görmeye alıştığımız dalgalı seyrin tipik bir örneği. İnişli çıkışlı bu ilerlemenin dönüştürücü sonuçlarını, bugünlerin gözde tartışması olan orta-yüksek ve yüksek teknolojili ürünlerin ihracatında sağladığımız olumlu neticelerden de görebiliyoruz. Anlamlandırması zor olan, dünya ticaretinin yarısından fazlasının yapıldığı ve yapılmaya devam edeceği orta-düşük ve düşük teknolojili ürünlerin ülkemiz için vazgeçilmezliğini tartışacak kadar, aceleci oluşumuz…
Teknoloji sınıflandırması bir ön kabul ile yapılıyor; ürünlerin maliyeti içindeki Ar-Ge payının yüksekliği ürünün ve ilgili sektörün teknoloji seviyesini de gösteriyor. Üstelik bu sınıflandırma belli dönemlerde yenileniyor da; bir zamanlar taşıt araçları yüksek teknolojili ürün kabul edilirken, şimdilerde sadece otonom sürüş imkanına sahip olanlar yüksek teknolojili sayılıyor. Üreticilerin malî tablolarından süzülen bilgilerle, ilaç, optik, elektronik, havacılık ve uzay sektörlerinin dünya mal ihracatının %18’ini oluşturan ürünleri yüksek teknolojili kabul ediliyor. Bir hizmet dalı olan yazılım da böyle. Makine, elektrik, otomotiv, silah ve bir kısım kimyasal orta-yüksek teknolojili kabul ediliyor ve bunların dünya mal ihracatı içindeki payı %30. Bizde ise bu paylar, yüksek teknoloji için %4, orta-yüksek teknoloji için %38 mertebesinde.
Teknoloji basamak basamak çıkılan bir olgu olduğundan ve ülkeler orta-yüksek teknolojide yetkinleşmedikçe yüksek teknolojili ürünler geliştiremediklerinden, Türkiye’nin aslında doğal bir süreçten geçtiğini, hâlihazırda fazlaca pay aldığı orta-yüksek sınıftan hayli sınırlı kaldığı yüksek sınıfa atlamanın doğum sancılarını çektiğini görmek durumundayız. Bu meşakkatli ve bedelleri yüksek bir süreç ve muhakkak planlı hamleler gerektiriyor. Esasen, 2025’in verileri de mal ihracatımızın %4 arttığı ilk 8 ayda yüksek teknolojili ürünlerin ihracatının %27, orta-yüksek teknolojili ürünlerin ihracatının ise %10 artmış olduğunu söylüyor. Bir başka deyişle artışı bu ürünler sağlıyor, dünya ortalaması üzerinde artabilen toplam ihracatımızı artık bu ürünler sürüklüyor.
“Teknolojinin seyrini hakikaten biliyor muyuz?”
Sanayimizin ikiz dönüşüm yanında, teknolojik dönüşümü de bütün sıkıntılarına rağmen sürdürdüğünü görüyoruz. İçinde kimyanın rafinasyon da dahil büyük bölümü de olan, demir, demir dışı ve çelik, çimento, cam seramik, tekstil ve konfeksiyon ve hatta tarım ve madencilik gibi orta düşük veya düşük teknolojili kabul edilmekle birlikte ülkemizin istihdam, üretim ve ihracatının çok büyük yükünü sırtlayan sektörlerimizin teknoloji geliştirmeye müsait çok sayıda alanları var ve alternatifleri de yok. Üstelik teknik tekstil, kompozitler, mühendislik plastikleri, süper alaşımlar gibi Ar-Ge ihtiyacı yüksek çok sayıda ürün bu sektörlerce arz edilmeden diğer dalları geliştirmenin imkânı da yok. Biz makineciler bu sınıflandırmadan çok, gelecekte hangi sınai mamullerin sınırları geçeceğini, hangilerinin yerelleşip yerlileşerek dünya ticaretindeki paylarının azalacağına daha çok bakıyoruz. Dünyada yapılmış STA’lar içinde çok sayıda makine alt sektörümüzden hangilerinin daha özgür bırakıldıkları, bunu şimdiden bize gösteriyor.
Adrenalinle yaşamaya alışık bünyelerin, sahip oldukları enerjiyi ekstrem koşullarda sınamaya hevesli olması doğal olsa da bunun uzağı düşünme alışkanlığına kavuşamamak gibi bir yan etkisi var. Evet, dalgalı sulara alışkın bir ekonomiyiz, iş dünyamız akıntılara karşı kürek çekmeyi gerçekten iyi biliyor ama teknoloji ve bilgi rekabetine yüz yıl önce girişmiş rakiplerimizi üç beş krizde yakalamayı umuyorsak onların teknolojideki seyrini veya gelişmedeki öyküsünü belli ki bilemiyor, kerterizi doğru alamıyoruz.
Türkiye’de özel sektörün gelecekten bihaber olmadığı; piyasaya ve piyasanın işleyişine dair yapısal sorunlar varlığını sürdürürken ufuktakiler için alınması gereken aksiyonları ertelemek veya zamana yaymak zorunda kaldığı bir gerçek… Aşırı değerlenen yerli para birimi, yüksek faizle artan tüketim ve ithalat baskısı gibi koşulların altında işletmeler çoğu zaman kısa vadeli taktiklerle ayakta kalmaya çalışıyorlar, esnekliğin getirdiği bir çeviklikle süreçleri idame ettirmeyi de genelde başarıyorlar. Fakat teknolojik ilerlemenin firmalar arası rekabetçilik farkında ortaya çıkardığı marj, logaritmik doğası gereği öyle bir boyuta ulaştı ki gündelik hamle veya taktiklerle sürdürülebilirlik sağlamanın neredeyse imkânsız hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu noktada; teknoloji yatırımlarındaki öncülüğü, standartlara uyumdaki hassasiyeti ve küresel dönüşümleri erkenden okuma kabiliyetiyle; kısa vadeli manevraları aşarak oyun kurucu stratejilere odaklanma konusunda rol model olan makine sanayindeki gündemin, tüm sektörler için ilham verici olacağını varsayabiliriz.
“Rekabeti, dualiteyi sezebilenler kazanacak”
Türkiye’nin emek yoğun sektörleri gibi, mühendislik yoğun makine sektörü de bu dönemde belki de en kritik dönemeçlerinden birinde. Pandemi döneminde elde ettiği kazanımların önemlice bir kısmını kaybetmekle karşı karşıya. Son altı çeyrektir %15’e yakın düşen üretimini, aynı dönemde miktar bazında %10’a yakın düşen ihracatını fiyat artışlarıyla karşılamaya çalıştı. Teknoloji sınıfı daha yüksek makinelerin satışını artırarak ve KG başına ortalama ihracat fiyatlarını 6,5 dolardan 8 doların üzerine çıkararak ihracatını 28 milyar doların üzerinde tutmayı başardı. Kapasite kullanım oranları ise bu süreçte %65’in altına kadar geriledi. Hasılı ölçeklerimiz küçülürken rekabetçiliğimiz olumsuz etkilendi.
Diğer yanda ise dijitalleşmenin sunduğu verimlilik imkânları, yeşil dönüşümün açtığı yeni pazarlar, küresel tedarik zincirlerinin yeniden şekillenmesinden doğan yakın coğrafya avantajları ve makineden tesislere dönmemizi hızlandıran mühendislik becerimiz... Yani zorluklarla dolu bir gerçeklik ile geleceği şekillendirecek bir potansiyelin çatışan birlikteliği… Rekabeti bu iki tabloyu birlikte okuyabilen, kısa vadeli engelleri uzun vadeli kazanımlara dönüştürebilenler kazanacaktır.
Türkiye’nin makine sanayiinin, bu dönüşüm çağında edilgen kalmaya mahkûm olmadığı çok açık. Tersine, sahip olduğu birikimle ve yenilikçi yönetim modeliyle, bu dönüşümün öncülerinden biri olma potansiyeline sahip... Bunun yolu, sorunları görmezden gelmeden onları stratejik hedeflere bağlamaktan geçiyor. Yatırımı ertelemeyen, insan kaynağını güçlendiren, dijitalleşmeye cesaretle devam eden ve küresel pazarlarda kalıcı ağlar kuran bir makine sektörünün, yalnızca kendi geleceğini değil, ait olduğu ülkenin tüm üretim yapısını ileriye taşıyacağını tüm dünya kabul ediyor. Uluslararası rekabet sahnesinde kalıcı üstünlük elde etmek ancak bu konuda kararlı davranıldığında geliyor.
Bugün makine imalatına bakarken yalnızca bir sektörü değil, bir ülkenin yarınını da görüyoruz. Her yeni tasarım, her yeni ürün, her yeni ihracat pazarı, Türkiye’nin küresel değer zincirlerindeki yerini yeniden tanımlıyor. Bu nedenle, önümüzdeki dönemi bir kaygı alanı olarak değil; daha yüksek katma değerli, daha yenilikçi ve daha rekabetçi bir üretim modeline geçiş için tarihi bir fırsat olarak görmek en doğru yaklaşım olacaktır. Dünya, Batıya giderek Doğuya varabileceğimiz ya da dümeni Doğuya kırıp Batıya ulaşacağımız bir küre olmaktan nihayet çıkmıştır. Kerterizin alınacağı yer kendi bilgi ve teknolojimizin seviyesi olmalıdır.
Kutlu Karavelioğlu
Makine İhracatçıları Birliği Başkanı